Einstein ve Spinoza’nın Tanrısı: Bilim, Felsefe ve Evrenin Gizeminde Anlam Arayışı

Einstein, evrenin güzelliği ve zarafeti hakkında konuşurken sıkça Tanrı’dan bahsederdi. Şöyle demişti:

“Ben bir ateist değilim ve kendimi panteist olarak adlandıramam… Ben, varlıkların düzenli uyumunda kendini gösteren, insanın kaderi ve eylemleriyle ilgilenmeyen Spinoza’nın Tanrı’sına inanıyorum.”

Spinoza, 17. yüzyılda Hollanda’da yaşamış bir Yahudi filozoftur. Tanrı hakkında geniş bir teoloji ve teodise (Tanrı’nın kötülükle ilişkisi üzerine düşünce) geliştirdiği gibi, ahlak ve siyaset teorileri de ortaya koymuştur.

Yahudi olmasına rağmen, Spinoza’nın Tanrı’sı, İncil’deki Tanrı ile aynı değildir. Hatta o, Yahudi toplumundan resmen atılmıştır. Spinoza, kişisel olmayan, sonsuz bir Tanrı önerdi ve bu Tanrı, yarattığı her şeye kendi doğasını verir.

Bu Tanrı anlayışı, panteist olarak görülse de, Spinoza’nın Tanrı’sı fiziksel gerçeklikle özdeşleşmektense, onu yaratan soyut bir düzenin bir parçası olarak daha uygun bir şekilde tanımlanabilir.

Spinoza, Tanrı’ya tapınmayı veya O’na hayranlık duymayı gereksiz buluyordu. Onun yaklaşımı tamamen rasyoneldi: Doğayı ve doğayı yöneten yasaları anlayarak, Tanrı’yı daha iyi anlamak mümkündü.

Büyük bir bilim insanı olan Einstein’ın, Tanrı’yı tapınmada değil, doğayı anlamada bulacağına inanması şaşırtıcı değildi. Gerçekten de şöyle demiştir:

“İnsan zihni, ne kadar yüksek bir eğitim almış olursa olsun, evreni kavrayamaz. Biz, koca bir kütüphaneye girmiş bir çocuk gibiyiz; duvarları tavana kadar, farklı dillerde yazılmış kitaplarla dolu. Çocuk, bu kitapların birileri tarafından yazıldığını bilir, ancak kim tarafından ve nasıl yazıldığını bilmez. Yazıldığı dillerin ne olduğunu anlamaz. Kitapların düzeninde belirli bir plan fark eder, gizemli bir düzen vardır, ancak bunu anlamaz, sadece kısmen sezer. İşte bana göre bu, insan zihninin, en büyük ve kültürlü olanların bile, Tanrı’ya karşı tutumudur. Biz, harika bir şekilde düzenlenmiş, belirli yasalara uyan bir evreni görüyoruz, ama bu yasaları sadece kısmen anlıyoruz. Sınırlı zihnimiz, takımyıldızları sarsan gizemli gücü kavrayamaz.”

Einstein, bilimsel bilginin gerçeklik hakkında doğrular keşfetmek olduğunu ve aslında bunun tek yolunun bilim olduğunu savunuyordu. Tanrı’dan vahiy aldığını iddia eden dinler, yani Hristiyanlık, Yahudilik ve İslam, Tanrı’ya hiç erişemezlerdi.

Ayrıca, “Popüler bilim kitaplarını okuyarak, İncil’deki pek çok hikayenin doğru olamayacağına karar verdim,” diyerek olgunlaşma sürecinden bahsetmiştir.

Bu nedenle, İncil’deki Tanrı, insan icadı iken, Spinoza’nın Tanrı’sı, gerçek ve doğru bir Tanrı’dır. Spinoza, Tanrı’nın soyut düzeni fiziksel gerçekliğe hayat veren bir güç olduğunu savunmuştu.

Spinoza, Aydınlanma’nın doğuşunda yazıyordu, ancak onun görüşü tamamen modernist ve bilimsel bir bakış açısıydı ve günümüzde birçok bilim insanı bu görüşü benimsemektedir. Örneğin, fizik Nobel Ödülü sahibi Frank Wilczek, kitaplarında şöyle demiştir: “Dünyanın nasıl çalıştığını incelerken, Tanrı’nın nasıl çalıştığını inceliyoruz ve böylece Tanrı’nın ne olduğunu öğreniyoruz.”

Bu tür rasyonel düşünürler neden Tanrı’ya inanır? Neden ateist olmasınlar?

Bence cevabı basit. Herhangi bir Tanrı, bir kişinin hayatına dini bir temel sağlar; bu, ateizmin nihai saçmalığı ve nihilizmini engeller. Bu inanç sistemi gereklidir çünkü Sartre, Camus ve Nietzsche gibi büyük ateist filozoflar, Tanrı’sız bir hayatın anlamsız, saçma ve insan zihni için felaket olduğunu gösterdiler.

İnsanlar, hayatlarının bir anlamı olması için en kötü acılara katlanabilirler çünkü temelde, küçük ve sonlu hayatlarımızın bir anlamı olmadığını, ebedi bir şeyle bağlantılı olamadıkça bilmekteyiz.

Eğer başınızı kuma gömmemişseniz ve hayatınızın bir anlamı olup olmadığı ya da yaptığınız şeylerin ya da sevdiğiniz şeylerin bir önemi olup olmadığı konusunda tamamen kayıtsız değilseniz, Tanrı’ya inanmanız gerekir, hatta bu Tanrı, atalarımızın inandığı Tanrı’ya benzemese bile.

Einstein ve Spinoza için, Tanrı’nın (1) kişisel veya sevgi dolu olması, (2) insan işleriyle ilgilenmesi ya da (3) iyi ya da kötü olması gerekmezdi.

Spinoza’nın iyi ve kötü hakkındaki teolojisi, teodisesi aslında, iyi ve kötü kavramlarının, Tanrı’nın arzularına değil, insanın arzularına bağlı olduğunu söyler. Spinoza, Tanrı’nın özel bir amacı veya arzusu olmadığını çünkü Tanrı’nın mükemmel olduğunu savunmuştur. Arzu bir eksiklikten doğar ve Tanrı hiçbir şeyden eksik değildir, dolayısıyla bir şeye ihtiyacı yoktur. Tanrı’nın bir amacı yoktur, o anti-teleolojiktir çünkü yine de mükemmeldir.

Spinoza şöyle demiştir: “Şeyler, insanların duyularına hoş gelip gelmeleri ya da insan doğasıyla uyumlu olup olmamaları nedeniyle daha az ya da daha fazla mükemmel değildirler.”

Spinoza, çoğu zaman, ahlaki relativist olarak adlandırılır, çünkü ahlakı, insanların doğru ve yanlış olarak kabul ettikleri şeylere göre değişen bir şey olarak görmüştür ve bunun dışında bir mutlak standart yoktur. Ancak aslında Spinoza bir ahlaki relativist değildi. Aksine, doğa yasalarından ahlakı türetmeye inanıyordu; yani, doğadan ve insanların birbirleriyle nasıl etkileştiklerinden doğru ahlaki yasaların keşfedilebileceğini savunuyordu. Bu, ahlaki realizmin bir biçimi olup, günümüzde birçok bilim insanı ve filozofun düşüncesine çok yakındır.

Spinoza’nın insan teorisi, daha fazla bilgi ve rasyonel düşünme ile “iyi” olacağımızdır. Kötülük olarak gördüğümüz şey, kendimizi, başkalarını ve dünyayı anlamadığımızdan kaynaklanır. Spinoza, mükemmel rasyonel varlıklardan oluşan bir dünyanın tamamen uyumlu olacağını savunuyordu.

Einstein’ın inandığı Tanrı, mantıklı bir şekilde açıklanabilir olsa da, insanların Tanrı’dan ne beklediğini veya ne istediğini tam olarak karşılamadığını savunabilirim. Ayrıca, doğal yasalarla bağlantılı bir Tanrı anlayışına inanç koymak için pek fazla sebep yoktur.

Yorum bırakın